Kuir Filmler ve Diziler: Ekranlarda Görünürlüğün Kutlaması

Artık bir diziyi izlerken queer karakterlerin sadece “en iyi arkadaş” rolünde kalmasına kimse razı değil - haklı olarak. Sadece yan rollerde, klişe hikâyelerde ya da yüzeysel aşk üçgenlerinde değil; kendi duygularıyla, kimlik arayışlarıyla, zaferleriyle ve kayıplarıyla merkezde duran karakterlere ihtiyacımız var. Bu yazı da tam olarak bu yüzden var. Kuir komünitesinin gerçek hikayelerine alan açan, onları romantize etmeden ama görünmez de kılmadan anlatan film ve dizileri bir araya getirdik.
Heartstopper
Netflix’in gençlik dizisi “Heartstopper”, queer aşkı anlatırken öyle naif, öyle içten bir yol izliyor ki, bir bölümü izleyip sonra battaniyenin altına kıvrılmak isteyebilirsiniz. Alice Oseman’ın aynı adlı romanından uyarlanan dizi, Nick ve Charlie adlı iki liselinin arkadaşlıktan aşka uzanan hikayesini anlatıyor. Ama bu sadece romantik bir anlatı değil; aynı zamanda kimlik arayışını, açılma sürecini ve genç olmanın zorluklarını büyük bir hassasiyetle ele alıyor. Kalbinizin ortasına minicik dokunuşlar yapan sahneleri, pastel renkleri ve göz yaşartacak tatlılıkta diyaloglarıyla “Heartstopper”, queer temsilin samimiyetle buluştuğu nadir yapımlardan biri.
Portrait of a Lady on Fire
Celine Sciamma’nın yönettiği bu Fransız başyapıtı, kelimenin tam anlamıyla bir “bakış” filmi. 18. yüzyılda geçen bu hikayede bir ressam ve portresini yaptığı genç kadın arasında yavaş yavaş gelişen duygusal ve fiziksel çekim, sözcüklerden çok sessizliklerle anlatılıyor. Film, erkek bakış açısının dışına çıkıp, kadınlar arasında kurulan bir aşkı estetik, politik ve şiirsel bir şekilde ortaya koyuyor. Sessizliğin bu kadar çok şey anlatabildiği, bakışların birer cümleye dönüştüğü nadir filmlerden. Eğer “aşk zaten bir sanat formudur” diyorsanız, bu film tam size göre. Spoiler vermiyoruz ama final sahnesi, duygusal bir tsunami.
It’s a Sin
1980’lerin başında geçen bu mini dizi, AIDS krizinin kuir komünite üzerindeki yıkıcı etkisini anlatırken hem kahkahalara hem de gözyaşlarına yer bırakıyor. Londra’da özgürlüklerini yeni yeni keşfeden bir grup arkadaşın hayatına konuk oluyoruz ve her karakter bizi başka bir duygusal derinliğe çekiyor. “It’s a Sin”, özellikle hastalıkla gelen kayıpların, sistemsel ihmallerin ve ötekileştirmenin yarattığı travmayı hem politik hem de duygusal olarak güçlü bir şekilde resmediyor. Ama tüm bu zorlukların ortasında arkadaşlık, dans ve umut da kaybolmuyor. Diziyi izlerken, kendinizi 80’lerin queer Londra’sında bir gece kulübünde dans ederken ya da bir hastane odasında gözlerinizi silerken bulabilirsiniz.
Moonlight
Barry Jenkins’in Oscar ödüllü bu filmi, siyah ve queer olmanın Amerika’daki karşılığını son derece hassas ve derinlikli bir şekilde anlatıyor. Üç bölümde anlatılan hikaye, Chiron’un çocukluktan yetişkinliğe geçerken yaşadığı yalnızlık, şiddet ve kimlik arayışı etrafında şekilleniyor. Filmin belki de en etkileyici yanı, karakterin içinde bulunduğu dünyanın sertliğini anlatırken, onun duygusal kırılganlığını da kaybetmemesi. Renk kullanımı, kamera açıları ve o unutulmaz sahil sahnesiyle “Moonlight”, queer sinemanın görsel ve duygusal gücünü zirveye taşıyan bir anlatı.
Euphoria
Evet, Euphoria sadece “estetik filtreli gençlik dizisi” değil. Zendaya’nın Rue karakteriyle hayat verdiği bu kurgusal evren, kuir karakterlerin duygusal karmaşalarını, bağımlılıklarını ve aşklarını görsel bir şiire dönüştürüyor. Özellikle Jules karakterinin hikayesi, trans bir genç kadının kimliğini keşfetmesini ve sevilmeyi hak ettiğini anlamasını merkezine alıyor. Dizide cinsellik, aşk ve kimlik birbirine karışırken, tüm bu kaos içinde gerçek bir özgürlük arayışı var. Tam anlamıyla bir görsel deneyim sunan Euphoria, kuir karakterleri dekor olarak kullanmak yerine onların hikayesini derinleştiriyor.
Call Me By Your Name
Elio ve Oliver’ın yaz aşkı, sadece bir romantik hikaye değil, aynı zamanda büyüme, kayıplarla başa çıkma ve içsel özgürlük üzerine etkileyici bir anlatı. İtalya’nın pastoral manzaraları eşliğinde geçen bu film, kuir aşkı her şeyden önce çok insani, çok doğal ve çok kırılgan bir yerden anlatıyor. “Call Me By Your Name” izlerken, ilk aşkın o tarifsiz duygusuna geri dönmemek elde değil. Final sahnesindeki uzun sessizlik bile tek başına bir anlatı.