Kuir Neşesi Temalı Bir İzlenecekler Listesi

Ortaya atılan kanun teklifleri, sabah gözümüzü açtığımızda gördüğümüz haberler, sürekli “yeni bir tehdit” havasıyla karşımıza çıkan açıklamalar… Evet, görüyoruz. Evet, takip ediyoruz. Ve evet, tepkimizi göstermeye, var olmaya, birbirimizi bulmaya ve her şeye rağmen neşeye tutunmaya devam ediyoruz.
Çünkü kuir varoluş sadece mücadeleden ibaret değil. Aynı zamanda kahkahalar, aşklar, dostluklar, gecenin bir vakti bir sahneye bakıp “Hah, beni anlatıyor” dediğin anlar da var.
Tabii, “kuir sinema” dendiğinde aklımıza genellikle iki seçenek geliyor:
- Çok kötü şeyler oluyor. Sonunda daha da kötü şeyler oluyor. Film bittiğinde kanepede cenin pozisyonuna geçmişsin. Buna “‘Brokeback Mountain’ sendromu” diyebiliriz mesela.
- “Bu iki kadın çok iyi arkadaş” repliğiyle lezbiyenliği alt metinlerin içine gömmüş, kuir temsil konusunda FBI şifre çözüm ekibi gerektiren yapımlar.
Ben de “Bazen en büyük direniş, varlığını kutlamaktır.” diyerek bu iki klişeyi aşan, ağlatsa da “Tek son bu değil,” dedirten filmleri sıralamak istedim. Şimdi ihtiyacımız olan şeylerden birine, bizi anlatan, bizi yaşatan yapımlara bakıyoruz.
‘Hannah Gadsby: Nanette’ (2018)

Hannah Gadsby, sahneye çıkıp “Kendimle dalga geçerek var olmayı reddediyorum” diyor ve cis-het’ler tarafından yaygınlaştırılan kuir anlatıları yeniden yazıyor. Önce kahkaha attırıyor, sonra “Yine başa çıkmak için verdiğim tepki miydi bu?” dedirtiyor. Mizahın neden her zaman travmaya yaslanmak zorunda olmadığını gösteriyor ve kuir olmanın sadece hayatta kalmaktan ibaret olmadığını kanıtlıyor.
‘But I’m a Cheerleader’ (1999)

Natasha Lyonne, heteroseksüel olduğuna çok emin bir lise öğrencisi. Ta ki ailesi onu “Kızların odasında fazla vakit geçiriyorsun” diyerek bir onarım (dönüştürme) kampına yollayana kadar. O kampın içi Barbie’nin rüyalarındaki gibi pembe ama içeriği de tam bir heteronormatif cehennem. Burası RuPaul’un “Straight is great” yazan tişört giydiği bir evren. Ama neyse ki Megan, kampın içinde gerçek aşkı, kuir dostlarını ve kendini buluyor.
‘Duck Butter’ (2018)

İki kadın, “İlişkiler zaten hep aynı sona gidiyor, biz en iyisi bunu hızlandıralım,” diyerek 24 saat boyunca hiç ayrılmamaya karar veriyor. Sonuç? Facia. Ama ‘Duck Butter,’ sapfik ilişkilerin içindeki o kontrolsüz enerjiyi, bağımlılık hissini, yoğunluğu mükemmel anlatıyor. Hem komik, hem duygusal, hem de “Ben olsam ben de yapardım ama ‘Kesinlikle yapmam’ derim, yine de kesinlikle izlerim” dedirten bir deneyim.
‘D.E.B.S.’ (2004)

‘Charlie’s Angels’ın kuir versiyonu gibi düşün ama daha eğlenceli. Genç kadın ajanlar, dünya çapında aranan bir suç liderini yakalamaya çalışıyorlar… ve içlerinden biri ona aşık oluyor. Heteronormatif aksiyon filmlerine kuir bir tokat atan, hem aşırı havalı (Lucy Diamond ve Dominique’e aşık olmamak elde değil) hem de tam anlamıyla camp bir film.
‘Tangerine’ (2015)

Bir kadın, sevgilisinin onu aldattığını öğrenince Los Angeles sokaklarında hesap sormaya çıkıyor. Ama film trans varoluşu trajediye boğmadan kuir dostluğun ve dayanışmanın gücünü anlatıyor. Sokaklar, neon ışıklar, kaos ve en önemlisi trans neşesi var karşımızda. Ayrıca oyuncu kadrosu da öznelerden oluşuyor. Bir de, tamamen iPhone’la çekilmiş olması da enerjisini daha da yükseltiyor.
‘Ahead of the Curve’ (2020)

Curve Magazine, 1990’larda lezbiyenler için sadece bir dergi değil, bir can simidiydi. Bu belgesel, kuir kadınların kendi hikâyelerini anlatmak için nasıl kendi alanlarını yarattıklarını gösteriyor. Hem ilham verici, hem de medyanın kuir temsili nasıl şekillendirdiğine dair kaçırılmaması gereken bir yapım.
‘Saved!’ (2004)

‘But I’m a Cheerleader’ın Hristiyan versiyonu diyebiliriz buna. Ana karakterimiz katı bir kilise okulunda eski sevgilisinin kuir kimliğiyle mücadele ederken, en yakın dostlarını da buluyor. Unutmadan, bir de hamile kalıyor. Kuirliği ve evlilik öncesi cinsel ilişkiyi günah olarak gören muhafazakâr ortamlara “ince ince” taş atan bir film.
‘Bottoms’ (2023)

Rachel Sennott ve Ayo Edebiri, lisede lezbiyenlerin popüler kızları tavlamak için dövüş kulübü kurduğu absürd bir hikâye anlatıyor. Aşırı kaos ortamında ‘incel’ lezbiyenlerin anlatısı, tam olarak kuir neşesinin karşılığı değil de ne, pardon?
‘Professor Marston and the Wonder Women’ (2017)

Bir adam ve iki kadın. Birbirlerini seviyorlar, ilişkilerini kendi kurallarına göre yaşıyorlar ve bu süreçte (en azından Gal Gadot kendisini oynayana kadar) feminist bir ikon olan ‘Wonder Woman’ı yaratıyorlar. Aşkın tek bir formülü olmadığını ve kuirliğin bazen “en beklenmedik” yerlerde filizlendiğini anlatan bir dönem filmi.
‘Carol’ (2015)

Carol sadece sigarasını yakıp gözünün içine bakıyor ve dünyan değişiyor. 1950’lerin “soğuk” atmosferinde iki kadın, sessiz ama sarsıcı bir aşk hikâyesi yazıyor. Hızlı ve kaotik hikayelerden sıkıldıysan, “Bazı aşklar zamana yayılır ve en büyük zafer, sonunda bir anlığına bile olsa kazanmaktır” diyen Carol seni bekliyor. Hem de Noel ruhuyla.
Bonus: ‘The Rocky Horror Picture Show’ (1975)

Hangimiz lise boyunca soundtrack’ini açıp performans sergilemedik ki? Seks, rock’n’roll, bilimkurgu ve cinsiyet normlarını yok eden şahane bir kaostur ‘The Rocky Horror Picture Show.’ Tim Curry’le tanışmayan kalmamıştır ama bahsini geçirmeden bu yazıyı kapatamazdım.