En Sevdiğim Cadılar

Selam kızlar, oğlanlar ve kuirler. Bugün size özürsüzce kendim olmaktan bahsedeceğim. Çocukluk yıllarımı, güvende hissetmek için kabul görene uyum sağlayarak geçirdim. Yetişkinlikte ise kendime has bazı özelliklerimi tek tek bulup yerine koymam gerekti. Bu yüzden sempatik görünmekle hiçbir işi olmayan, “uyumsuz” kadınlara ve onların temsillerine büyük hayranım. Karşınızda gümbür gümbür var olan, favori cadılarım.
Thelma and Louise
Bu filmi 2025 yılında izlediğim için önce kendimden sonra sizlerden özür dilemeyi borç bilirim. Bir sanat suçu işledim. Aksiyon filmlerini genelde pek sevmem. Dünyası çok erkek gelir. O çok somut koşuşturmada hikayenin alt metni benim için eksik kalır. Koltuğumda otururken, “Ne anlattı şimdi bu, niye koştuk bu kadar?” diye düşünürüm. ‘Thelma and Louise’ aksiyon, dram, komedi ve suç janrlarını birbirine çarpıştırıyor. Neden bu kadar koştuğunuzun cevabını sizi üze üze veriyor. Dinamik ve eğlenceli film anlatısının altında asıl derdini müthiş bir kırılganlık, dürüstlük ve cesaretle anlatıyor.
Bir yere ait değilseniz, özgür değilseniz; toplum her var olma çabanızda sizi cezalandırıyor. Bir kadın olarak bir erkek dünyasının içinde yaşamanın özeti de tam olarak bu. Louise karakteri de bize bu özgürlük kavramını sorgulatıyor. Özgür bir kadın olarak hayatta kalabilmek adına kırılganlığından bedel ödüyor. Hep güçlü ve maskülen görünmek zorunda kalıyor. Öfke dışında duygu yaşadığı anlar yok denecek kadar az. Karakterinin kırılganlıktan uzak dünyası, toplumda güç duygusunun erkekle birleştirildiğinin bir temsili. Ay ama erkeklerden asla bahsetmek istemiyorum tabii ki.
Prenses Sisi

1800’lerde yaşayan Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth’in (Prenses Sisi) hikayesinden esinlenen ‘The Empress’e başlarken (harika bir dizi), en son Princess Diana belgeselinin bana hissettirdiklerinin tekrarlanacağından habersizdim.
Bu dünyadaki favorim tarihte otoriteye kafa tutmuş kadınlar. Fakat ‘The Empress’i izlerken içten içe Prenses Sisi’nin saray içinde daha az sesini çıkarmasını diliyorsunuz. Başına bir şey gelmesinden korkuyorsunuz, “Bu seferlik bari sessiz kal” diyen hiç size ait olmayan iç sesinizle yüzleşiyorsunuz. Bu ses tabii ki size öğretilenlere ait. Biz seyirci olarak fazla göze batmasın diye düşünürken o, saray normları uğruna kendinden hiçbir ödün vermiyor. Toplumun gözünde sahip olmamız “gereken” her karakter özelliğini tek tek düşündürüyor.
Doechii

Sırada 2024 yılında çıkardığı ‘Alligator Bites Never Heal’ albümüyle en iyi rap albümü kategorisinde Grammy kazanan ve bu kategoride ödül alan Doechii var.
Doechii, uzun zamandır gördüğüm en yetenekli kişi. Billie Eilish’in 2019 yılında yayınlanan albümü pop janrası için inanılmaz yeni ve heyecan vericiydi. Doechii’nin müziği, sözleri, vokali ve canlı performansları en az onun kadar orijinal ve dürüst. Kraliçenin hikaye anlatımındaki yeteneği bambaşka.
Kız çocukları onlara mütevazı olmayı, alttan almayı, uyumlu davranmayı öğreten bir sistemin içinde büyüyor. Doechii ile ilgili en ilham aldığım şeylerden biri de, öz güveni ve açlığı. Başarıya duyduğu açlıktan ve hep daha fazlasını hak ettiğinden her fırsatta bahsediyor. Şöhret olmadan önce YouTube’ta paylaştığı videolarında, bugünkü başarısını elde etmeden önce de kendine aynı seviyede inandığını izliyoruz.
Aynı öz güveni yıllar önce Lady Gaga’nın kariyerinin başındaki röportajlarında izlemiştik. Sistemin uyumlu ve ağırbaşlı olmayı öğrettiği bir cinsiyette, ayrık ve arsız olmak öyle lezzetli ki, tadından yenmiyor. Mütevazı olmakla değil, işimizi iyi yapmakla işimiz var.
Chappell Roan

Leyla Navaro ‘Bir Cadı Masalı’ adlı kitabında şöyle der: “Küçük yaştan itibaren neyin yanlış neyin doğru olduğuna toplum bizim adımıza karar verir. Ve biz her nasılsa, özellikle bir kadın olarak, yanlışın içinde beliririz.” Şöyle düşünürüz: “Buna kızarsam bana dırdırcı, histerik diyecekler; çirkin görüneceğim. Cadı olacağım.”
Chappell Roan’un medyadaki görünürlüğü pop kültüründe daha önce hiç görmediğimiz türden. Alışık olduğumuz anlatıya göre, sanatçı hayallerinin peşinden gider, başarıya ulaşıp ünlü olur ve hayranlarına sonsuza kadar minnettar olması gerekir. Fakat tacize varan fan ve magazinci davranışlarını alttan almayan, fanlarıyla arasında bir sınır olması gerektiğini ısrarla hatırlatan, takipçilerine sempatik gözükme gibi bir gayesi olmayan Chappell, beni dünyayla kurduğum ilişki hakkında bir hayli düşündürdü.
Ünlü olduktan sonra “kamu malı” haline gelme kültürüne dümdüz bir cevap verdi: “I didn’t sign up for this.” Bana kalan sorular şöyle: İstediklerimi isteyebilme hakkımın olabilmesi için günlük hayatta ne kadar kibar davranıyorum, alttan alıyorum ve sevilebilir görünmeye çalışıyorum?