Bir Cosmo Kızının Sürdürülebilir Yaşam Deneyimi
Yaklaşık beş yıl önce “3. Dünya savaşı çıkarsa küresel ısınma, su, kuraklık gibi sebeplerden olacak” diye kendi aramızda konuşup dururduk. Sonra bu savaşın kahramanı da ben olmalıyım dedim ve kendimi bir süre “iklim aktivisti” olarak tanıtıp bir sürü küçük-büyük proje gerçekleştirdim. Evet, bir Greta Thunberg olmadığım doğrudur ama bence bazı konularda, özellikle kendi yolculuklarımızda, baş kahraman aramamıza gerek de yok. İçinde yaşadığımız ekosistemi hayalini kurduğumuz hale sokmak için biraz çabalasak en azından “elimden geleni yaptım” diyebiliriz. Baş kahraman ve yolculuk demişken… Haydi bu yazı ile birlikte üç günlük bir yolculuğa çıkalım.
Hem “olsa ne güzel olur” dediğim hem de “acaba dönüşüm mümkün mü?” diye düşündüğüm bir anda bu deneyimi yaşamaya karar verip 3 gün boyunca İstanbul’dan uzaklaşıp doğa dostu bir köye gidiyorum. Aklımdaki asıl konu ise, uzun zamandır haşır neşir olduğum sürdürülebilirliğin rutin hayata nasıl entegre olabileceği.
1.Gün
Tamamen moda girmek için “Banu Kanıbelli & Fridays For Future Turkey - Dünya Evim Ve Yanıyorsa” şarkısı ile başlayan yolculuğum yaklaşık iki saat sürüyor. Keyifli geçen yolculuğumda önce biraz İstanbul Boğazı’nı izliyorum. Ardından ormanlar karşılıyor beni ve sona doğru da mahallelerdeki mutlu çocukları görüp hayatları hakkında fikir yürütmeye çalışıyorum. Nihayet metropolden oldukça uzaklaşmış, araba seslerini geride bırakmış bir şekilde 3 gün boyunca keyfini süreceğim ve Akçakoca’nın altına yer alan bir vadide kurulmuş yer olan Narköy’e ulaşıyorum.
Sağ tarafımda mantarlar, çeşitli bitkiler ve birçok hayvanın habitatı olan bir orman… Solumda misafirler için dizayn edilmiş, beton kullanılmayan ve duş suyunu yağmur suyundan üreten bir arıtma sistemine sahip iki katlı odalar… Önümde ördeklerin yüzdüğü bir havuz ve ağaçlarda sallanan salıncaklar... Tam ortada ise nefis yemeklerin piştiği nezih bir restoran…
Gider gitmez önce sıcak bir duş alıyorum. Kendi hayatımda da uzun süredir uyguladığım şekilde duş süremi kısa tutmaya çalışıyorum. Amacım minimum seviye su kullanmak. Bu köydeki her şeyin doğa dostu tasarlanmış olması beni çok mutlu ediyor.
Karnım aç. Ferah bir patikadan yemek alanına geçip bir şeyler atıştırmak istiyorum. Her seferinde yiyeceğim yemeğin israf olmaması için porsiyonuma dikkat ediyorum. Neyse ki bulunduğum yerde zaten yiyebileceğim kadar almamı teşvik edecek bir düzen var. Güzel bir çorba, bahçeden henüz toplanmış, organik sebzelerden yapılmış bir pizzadan sonra akşamüstü serinliğiyle düşüncelere dalıyorum.
İnsanlarla tanışmak ve etrafı keşfetmek için heyecanlıyım. İmdadıma dünyayı gezen; doğaya, hayvana sevgi ve saygı duyan, yıllarca gemilerde yüzlerce mil giden babamın adaşı İdris Bey yetişiyor. Kendisiyle tanışıp tatlı bir sohbet ediyoruz. Sonrasında bana etrafı gezdirip su arıtma cihazlarını, doğadan nasıl beslendiklerini anlatıyor. O akşam köyün ilham kaynağı Nardane Hanım ve ailesiyle tanışıyorum. Ozan Kuşçu ile tatlı bir sohbet edip Narköy’ün hikayesini dinliyorum.
“Annemin adı (Nardane) “ateş parçası” demek. “Nar gibi kızarmış” deriz ya oradan gelir. Eğitim işine başladıktan sonra eğitimi eksi üçüncü katlarda, otellerde veya kapalı mekanlarda yapmaktansa doğanın içinde deneyimsel bir eğitim alanı kurmaya karar verdik. Anneme bunu açtığımda, onun da bir organik tarım çiftliği kurmak istediğini öğrendim. Annemin o zamanlar bu kadar tohum topladığını bilmiyordum. Sonrasında, organik çiftlik ve ekolojik deneyim ve eğitim oteli fikirleri birleşti ve Narköy ortaya çıktı.”
İki kız kardeş, Füsun ve Tülay ile sürdürülebilirlik başta olmak üzere birçok konuda sohbet ettikten sonra güzel bir uyku için odama geçiyorum. Odamda kablosuz internet ağı ve yatak başında prizlerin olmadığını fark ediyorum. Meğer bu da sağlıklı bir uyku için tasarlanmış. Hakikaten de çok rahat bir uyku uyuyorum.
2.Gün
Perdemi aralıyorum. Yaprakların üzerindeki çiğ tanelerini bir an yağmur sanıyorum. Güneşin doğuşu ile her yer kuruyor. Orada yetişen biberler ile yapılmış biber sosunu, karpuz ve ayva reçellerini deneyip şahane bir kahvaltı yapıyorum.
Ozan ile doğa dostu, sürdürülebilir bir yaşam üzerine biraz sohbet ediyoruz. Bana yaptığımız her işin aynı zamanda ekolojik olması gerektiğini söylüyor. “Bütün gezegenler hareket hâlinde ve hiçbirinin de yakıt tankı yok!” Çok haklı. Kulağa klişe gelse de sürdürülebilirlik tam olarak bu değil mi? Yani “gelecek nesillerin ihtiyaçlarını karşılama imkanını tehlikeye atmadan bugünün gereksinimlerini karşılamak”. Hepimiz adımlarımızı bunu düşünerek attığımızda neler yapabileceğimizi hayal edebiliyor musunuz?
Bu tatlı sohbetin ardından yürüyüş ekibine katılıyorum. Önce biraz mantar keşfi yapıyoruz. Mantarların doğadaki network ağı olduğunu anlatıyorum. Narköy’ün hikayesi tohumlardan başlamış, biz de bunu konuşuyoruz. Elimizde olan kök kaynak aslında tohumlar. Bu tohumları ne kadar doğru ve verimli kullanırsak o kadar çok üretim yapabiliriz. Böylece hem ürettiğimiz besinlerden tekrar tekrar beslenebilir hem de sağlıklı bir şekilde tüketebiliriz. Tohumlardan bir kısmını bizzat ekerek doğa ve toprağın pozitif enerjisini de alıyorum. Tabii ki tüm bunları yaparken bir eşlikçim var: Misafir ilişkileri yöneticisi köpek dostumuz Liz. Seni çok özledim büyük çocuk (kendisi 10 yaşında).
Çiftlik gezisinde rehberimiz Kadir Bey’den üç kız kardeş hikayesini öğrendim. Bu hikaye oldukça hoşuma gittiği için sizinle paylaşmak istiyorum:
Üç kız kardeşimiz var. Bu kardeşler mısır, fasulye ve kabak. Önce mısır ekiliyor, biraz büyümesi bekleniyor. Ardından fasulye ekiliyor. Fasulye azotu bağladığı için mısırın daha çabuk boylanmasına da uygun ortam sağlıyor. Mısır boylandığı için fasulye için bir sarmaşık mahiyetinde oluyor. Kabak ise geniş yapraklara sahip olduğundan topraktaki nem oranını açığa çıkarıyor. Bir yandan da yabancı otları azaltıyor. Böylece birbirini besleyen ve destekleyen üç kız kardeş oluyorlar.
Ben bu hikayeyi ilk defa duydum. Sonrasında ise sevgili Ozan’ın hediye ettiği Çakal Karpuzu kitabında tekrar denk geldim. Kitapta doğanın muhteşem uyumu şu şekilde ele alınmış:
“Sistemin en kritik yasalarından biri süreç, diğeri de çeşitlilik yasasıdır. Doğa sürece saygı gösterir, her şey olması gereken zamanda ve şekilde olur. Doğadaki oyuncuların süreci hızlandırmaya ya da yavaşlatmaya çalıştığını görmezsiniz, sürece saygı vardır. Çeşitlilik yasasında ise simbiyotik yaşamlar dikkatimizi çeker. Sanki tanrı kendi dışındaki her şeyi birbirine ihtiyaç duyacak, destek verecek şekilde yaratmıştır.”
Hakikaten burası içinde bulunduğu ortamı doğal akışına bırakmış ve yalnızca doğayı insandan koruyacak şekilde, beslenmeye odaklanmış durumda.
Yine hayvanlara doyamadığım için biraz tavuk besliyorum, sağılan inekleri izliyorum, bahçeden maydanoz yiyip kendimi neşelendiriyorum. En nihayetinde yine nefis ve sağlıklı bir akşam yemeği ile günü tamamlıyorum.
3. Gün
Son günümde ilk fark ettiğim şey elektrikli araçlar için şarj istasyonu olması. Bu denli temiz bir havanın sırlarından biri de bu olsa gerek. İstasyonu inceledikten sonra Sevgili Füsun kahve falıma bakıyor ve güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Kahvaltıda yine her şey yeterli, doyurucu, lezzetli ve minimal düzeyde.
Son günün getirmiş olduğu hüzünle biraz daha sohbet etmek istiyorum. Ekin yapan iki kadın ile doğa ile iç içe çalışmayı neden tercih ettikleri hakkında konuşuyorum. Odakları sürdürülebilirlik ve ne yaptıklarının çok farkındalar. Kadınlarımız iyi ki var. <3
Bu kısa ve oldukça anlamlı tatili geride bırakırken öncelikle sanılanın aksine doğa ile uyum içinde yaşamanın mümkün olduğunu deneyimleyerek öğrendim. Hala bir şeyleri değiştirme şansımız var ve elimizden geleni yapmamız gerekiyor.
Ve evet, burası gerçekten neşeli bir yer!