Ahşapla Flört, Renklerle Dans: Ece Ağırtmış’ın Nostaljik Dünyası
Sanatın bir hikaye anlatıcısı olduğu bir dünyada, Ece Ağırmış'ın yaratıcı evrenindeyiz. Renklerin, formların ve dokuların bir araya gelerek ruha büründüğü bu alanda, Ece bizi çocukluk anılarından esinlenen rengarenk dünyasına davet ediyor. Ahşap eserlerlerinden Peter Greenaway hayranlığına, 90’ların oyuncaklarından bugünün sanat akımlarına kadar uzanan bu yolculuk, nostalji ve modernliği zekice harmanlayan bir sanat hikayesi anlatıyor. Minimalizmin zarafeti ile cesur detayların dans ettiği eserlerinde sadece estetik değil, yaşamdan bir parça buluyorsunuz. Renkler ise onun dünyaya bambaşka bir pencereden bakışının yansıması gibi. Şimdi, bu yaratıcı evrenin kapısını aralıyor, Ece’nin ilham kaynaklarını, eğlenceli sırlarını ve hayallerinin renklerini keşfetmeye başlıyoruz.
Çocukluk çizimlerinden ilham alarak bugünkü üç boyutlu heykellere uzanan yaratıcı sürecini bize anlatır mısın? Bu yolculukta seni en çok etkileyen an neydi?
Küçükken babaannemle çok fazla denemeler yapıyorduk. Heykelcikler, resimler, baskılar... Ben onlara ne kadar hoyrat davranmış olsam da farklı boya ve fırçalarını kullanmama her zaman izin veriyordu. Sonrasında çevrede bulduğum doğal malzemeleri boyadığımı hatırlıyorum. İlkokul ve ortaokul yıllarında ise resim kurslarına gittim. Atölyelerde daha rahat yağlı boya yapabiliyordum. Ortaokulda yine derslerden izin alıp resim yarışmalarına katılıyordum. O zamanlarda daha çok pastel boya kullanıyordum. Sonra güzel sanatlar lisesinde resim bölümü ardından da üniversitede grafik tasarım bölümü okudum. Burada temel ve teknik birçok şeyi öğrenip, neyi sevip neyi sevmediğim konusunda daha iyi fikir sahibi oldum. Bu süreçte hep malzeme arayışındaydım. Üniversitenin son yıllarına doğru ne yapmak istediğim biraz daha şekillendi. O da ahşap kullanmayı ve resim yapmayı ne kadar çok sevdiğimdi. Şu anki işlerimin görsel dünyasının da hem resim bölümünde hem de grafik tasarım bölümünde öğrendiklerimin bir harmanı olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda çocukluğum boyunca bana eşlik eden oyuncaklar ve birçok markanın tüketicinin koleksiyon yapmak için ürettiği harika ürünler bana çok ilham oldu. Bu dönemi yaşadığım için çok mutluyum. 90'lar ve öncesinde kullanılan plastik, uzun süre dayanıklılığı ve kalitesiyle şu ana kıyasla daha ön plandaydı. Şu an çevresel kaygılar nedeniyle ince, biyolojik olarak çözünebilir veya geri dönüştürülebilir ambalajlar kullanıldığı için, bu kaliteye yaklaşan ürün ve oyuncaklar epey azaldı diye düşünüyorum. Sanırım bu yüzden de nostaljik ürün ve oyuncaklara karşı hala bir özlemim var.
Tüm bu süreçte beni en çok etkileyen şey her şeyi biraz daha net görebiliyor olmam ve sorgulamam diye düşünüyorum. Kronolojik olarak hayatıma giren insanlar, öğrendiklerim, dinlediğim müzikler, kaybettiklerim, kazandıklarım, tüm bitkiler, tüm hayvanlar, küresel yaşanan olaylar, ülkemizde yaşanan olaylar… Sanırım kendimi daha iyi tanıyorum ve her şeyin işlerime olan etkisini görebiliyorum. Bu da, durmadan bir devinim içinde oluşumuzu bana hatırlatıyor her seferinde.
Ahşap, nostalji ve renk... Bu güçlü üçlüyü nasıl bir araya getiriyorsun? Malzemeyle ilişkin bir aşk hikayesi mi?
Tek sıkılmadan yaptığım şey bu. Ahşabı çok seviyorum ve harika bir malzeme olduğunu düşünüyorum. Doğaya olan sevgimin bir yansıması gibi geliyor. Fakat aynı zamanda ilham aldığım plastik oyuncakların yapaylığını kullandığım renklerle ahşaba yansıtıp, bu ikiliyi tezat bir şekilde sunmayı çok seviyorum. Hem yapaylık hem de doğallığı birleştirdiğim bir nokta gibi geliyor bana. Tam da 90’ları hissettiriyor bana. Her şey ne analog ne de dijital.
Eğer bir eserine kişisel bir itiraf gizleyecek olsan, bu nasıl bir sır olurdu?
Genelde birçok anıyı işlerime saklıyorum ama çok yüzeysel anlatıyorum. Bu belki sırrım olabilir.
Popüler kültür ve nostaljiyi harmanlamak eserlerinde bir imza haline geldi. Peki, bu iki tema arasında dengeyi kurarken karşılaştığın zorluklar oldu mu?
Sanırım olmadı. Her şey doğalında gelişiyor. Daha çok zorlandığım şeyler genelde, bu işi izleyicinin direkt olarak anlamasını istiyor muyum yoksa dolaylı yoldan mı bunu anlamalı diye düşündüğüm nokta oluyor.
Eğer eserlerinden biri bir film olsaydı, bu filmin yönetmeni kim olurdu? Peki, başrolde kim oynardı?
Peter Greenaway olsun isterdim. Hem yönetmen hem de ressam olmasının verdiği bir hayranlığım var. Filmlerindeki set dizaynlarının bu kadar zengin, sembolizmle dolu olması beni en çok çeken şey. Her sahnedeki detayın rahatsız edici güzellikte olması ve kompozisyon edilmiş olmasını çok seviyorum. Filmlerini de sanat eseri gibi gördüğünü düşünüyorum.
Başrolde ise, sanırım Tilda Swinton gibi bir karakter güzel olurdu ama benim kişisel favorim Natural Born Killers’daki karakteriyle Juliette Lewis.
Square adlı ilk solo sergin, renkler ve nostalji arasında bir köprü gibiydi. Bu sergiye hazırlanırken seni en çok ne heyecanlandırdı?
Beni en heyecanlandıran şey sergideki birçok şeyi ilk kez yapıyor olmamdı. İlk kez bu kadar büyük boyutlu enstalasyonlar yaptım, ilk kez aynı bağlamda birçok iş ürettim, ilk kez bu kadar büyük bir alanda işlerim sergilendi… Aynı zamanda his olarak bir solo serginin bu kadar çıplak hissettireceğini düşünmemiştim hiç. Hem heyecanlı hem de biraz stresliydi.
Eğer bir sanat akımı olsaydın, bu hangi akım olurdu? Neden?
Gotik dönem olabilir, bu dönemdeki kiliselerdeki ahşap oymacılık ilgimi çektiği için. Bu dönemin ahşap heykellerini, kilise mobilyalarını ve oyma triptiklerini çok seviyorum.
Gözlemleyip, analiz ederek bir şeylerin denklemini çözmek benim için ayrı bir eğlence.
Sanatında mizah önemli bir yer tutuyor. Hayatında da sıkça güler misin? Yoksa daha çok “sessizce izleyen gözlemci” rolünde misin?
Sanırım ikisi de. Gülmeyi herkes gibi çok seviyorum. Yeniden doğmayı, eskisinden daha çok gülüp eğlenmeyi de seviyorum. Bu da döngünün bir parçası gibi geliyor bana. Ama gözlemleyip, analiz ederek bir şeylerin denklemini çözmek de ayrı bir eğlence benim için. Veya belki bu bir takıntıdır, bilmiyorum.
Bana komik gelen bir şeyin izleyice de dokunması ve gülümsetmesi benim için çok önemli. Bazen bu durum trajikomik olsa da, sonunda güldürebilmek, üzerinde durduğum ve temel aldığım şeylerden biri oluyor.
Çocukluk anılarından ilham alıyorsun. Peki, şu anda çocuk Ece ile karşılaşsan, ona hangi eserini göstermek isterdin?
Son yaptığım otoportre olabilir. Her ne olursa olsun yeniden doğuşun olabileceğini göstermek isterdim.
Eğer bir serginin teması “ilk aşk” olsaydı, bu sergide hangi renkler ve objeler öne çıkardı?
Sanırım kullandığım renklerde bir değişiklik olmazdı. Çünkü günlük hayatta çok fazla şeye ilk aşk hissini duyuyorum. Ve bu da zaten sürecin bir parçası oluyor. Eskiden benim için kıymetli olduğunu düşündüğüm objeleri daha çok saklardım ama artık bu kadar materyalistik düşünmüyorum. Belki bu yüzden obje yerine daha farklı bir şeyle ele alabilirdim ilk aşk temasını.
Bir izleyici olarak eserlerine baktığında, seni en çok şaşırtan ya da güldüren detay ne oluyor?
İşimle ilgili bir şeyi sonradan fark ettiğim zaman şaşırabiliyorum. Üretirken bilinçsiz yerleştirdiğim bir unsurun aslında çok farklı bi anlamının olduğunu fark ediyorum, sonra da bunun üzerinden bu kadar zaman geçmiş olması ve bunu yeni anlıyor olmam biraz gülünç oluyor kendi açımdan.
Sanatında nostaljik unsurlar var ama bugüne baktığında "Bu benim eserlerime yansıyabilir" dediğin en cesur moda trendi nedir?
Anahtarlık, charm gibi şeyler. Aslında bir işimde kullandım da. Bunu güzel bulmamın sebebi kişisel olması veya geliştirebilmeye açık olması. Örneğin Tyler the Creator’ın bir anahtarlık olarak saç tarağı (hair pick) takması fikrini çok sevmiştim.
Bunlar dışında ise JW Anderson’ın hayvanlı çantalarını çok seviyorum. Özellikle güvercinli çantası da görsel olarak çok ilham vermişti. Bu yıl kendimi güvercin gibi hissettiğim bir süreç geçirdim. Durmak istediğin her yerde dikenlerin olması fikri durmadan aklımdaydı. Bunun da işlerime yansıması oldu tabii ki.
Günlük hayatında seni en çok besleyen şey nedir? Kendini en yaratıcı hissettiğin ortam neresi?
Yaşadığımız absürd olaylar, doğa ve kedim diyebilirim. En yaratıcı hissettiğim zamanlar yalnızken oluyor hep. Atölyede üretirken, güzel bir müzik dinlerken, eskizlerimi yaparken böyle hissediyorum.
İlham aradığında sığındığın bir yer ya da şehir var mı? Birkaç ipucu alabilir miyiz?
Yalnız ve uzun yürüyüşleri çok seviyorum. Etrafta az insanın ve aracın olduğu, gürültüsüz yerler. Kulaklıkla müzik dinleyerek tempolu yürümek. Buna karşılık şehir olarak ise İstanbul’u seviyorum. Her şeyi çok kolay bulabildiğim bir şehir. Bu kolaylık benim de hayalini kurduğum şeylerin sınırlarını genişletmemi sağlıyor.
Eğer bir sergin bir şarkıdan ilham alacak olsaydı, bu hangi şarkı olurdu?
Infectious Grooves-Therapy olurdu muhtemelen. İşlerim de benim terapim gibi hissettiriyor. Sergi ise bunu herkese açtığım bir çıktısı gibi.
Vintage sevgisi günlük hayatına nasıl yansıyor? Gardırobunda mutlaka bulunması gereken bir parça var mı?
Vintage olarak en hayranlık duyduğum şey oyuncaklar. Giyim olarak vintage olup olmaması sanırım benim için çok önemli değil. Ama 2. el kıyafet almayı çok seviyorum. Çünkü her yerde gördüğüm aynı şeyler beni tatmin etmiyor.
Hangi çizgi film karakteri senin ruh eşin? Ve birlikte hangi maceraya atılırdınız?
Rocket Power’dan Regina Rocket. Birlikte sörf yapmayı öğrenmek isterdim.
Eserlerin senin için bir günlük yazıyor olsaydı, ilk cümlesi ne olurdu?
Ece bugün de aynı şeyleri yapıp, aynı olmayan şeyleri yaptı.