The Bear, Kaosun İçinde Kendini Bulmak
Bir kaostan diğerine, YES CHEF!
The Bear, 2022 yılında Christopher Storer tarafından yaratılan bir Amerikan komedi-drama televizyon dizisi. Komedi - dram kategorisine koymak ne kadar mantıklı olur, orası tartışılır fakat kendine has diyalogları, senaryosu ve sinematografisi ile 3 sezondur gönlümüze taht kurduğu kesin. Bazen anlaması zor olsa da aslında herkesin kendine ait bir parçanın yansımasını gördüğü bir yapım.
Dizinin başrol oyuncusu Carmen "Carmy" Berzatto, hepimizin Shameless dizisinden tanıdığı, benim lise yıllarımın crush’ı, Jeremy Allen White. İlk sezonda Carmy’nin dünyaca ünlü, çok başarılı bir şef olduğunu görüyoruz. New York’da çalıştığı restorandan ayrılıp Chicago da bulunan The Beef adlı aile restoranına geri dönüşüyle olaylar başlıyor. İlk sezonu nasıl özetlersin diye sorarsanız, kaos değil kapana kısılmışlık hissi derim. Abisi Micheal’ın ani ve trajik ölümü nedeniyle çok sevdiği işini bırakıp eve dönmek zorunda kalan Carmy için bu hepimizin ortak algısında olan eve dönüş hissinden daha farklı. Kardeşinin neredeyse iflas ettirdiği başarısız aile dükkanını kurtarması gerektiğini hissediyor. Bunu sadece kardeşinin anısını onurlandırmak için değil, aynı zamanda kendisine bir şeyler kanıtlamak için istiyor.
İlk sezonda The Beef’in profesyonellikten uzak çalışanlarıyla tanışıyoruz: Richie (Kuzen), Marcus, Tina, Neil, Gary ve Ebraheim. Ve tabii ki Micheal ve Carmy’nin ablası Sugar. Diziyi sevmemin bir diğer sebebi de her karakterin benim gözümde ana karakter kalitesinde derinliğe sahip olması
Carmy’nin geldiği mutfak kültüründen çok uzak olan bu mutfak ekibine bir de Sydney ekleniyor. Babasının favori restoranı The Beef’e küçükken sürekli gelen Sydney, tıpkı Carmy gibi ünlü bir şef olmak istiyor ve onu örnek alıyor. Carmy, abisi Michael’ın batmak üzere olan bu işletmeyi neden kendisine bıraktığını anlamasa da dükkanı satmak yerine herkesin güvenini kazanmak için çalışıyor ve onların rollerine saygı göstererek işe koyuluyor.
Herkesin içindeki yeteneğe özenle ilgi göstermeye çalışan Carmy ile kuzeni Richie arasındaki gerginlik ise her geçen gün artıyor. Carmy’nin öfkesinin kendisine, abisine ve ailesine karşı olduğunu her bölüm biraz daha net anlamaya başlıyoruz. Tam bu esnada her şey Carmy’nin menüyü değiştirmesiyle hızlanıyor. Bunu yapmasının en büyük sebebi ise bulmakta zorlandığı aidiyet hissi. Çok hızlı bir tempoda ilerleyen dizinin her bölümünde, yaşanan telaşı iliklerimize kadar hissediyoruz.
Derinlerde, dizinin kurtuluş ve arada kalmışlık arasındaki o ince çizgide olduğunu düşünüyorum. Carmy'nin The Beef'i tüm sorunlarıyla devralması, sıkışmışlık hissiyle bütünleşiyor. İlk sezonun sonuna doğru ise kurtuluş hissi ile başka bir perspektife geçiyor.
Spoiler vermeden ikinci sezonu anlatacak olursak, The Beef büyük bir değişime giriyor. Her sezon bize gösterilen bakış açısı değişse de ortak paydadaki kaos hep aynı kalıyor.
İkinci sezonda, yerli bir sandviç dükkanının lüks bir restorana dönüşme sürecine şahit oluyoruz. Marcus ve Tina’nın yeteneğini ve azmini görürken Richie’nin kişisel gelişimine eşlik ediyoruz. Carmy’nin ise aşık olmasını izliyoruz. Carmy, tüm zorluklarla mutfak okullarına gitmiş, en zor ve prestijli mutfaklarda işi öğrenmiş bir şef olarak, bildiği tek şeyin yemek yapmak olduğunu düşünürken karşısına Claire çıkıyor. Böylece senaristler, ilk sezonda aklımızda olan Sydney ve Carmy’nin birlikte olabilme ihtimalini,ikinci ve özellikle üçüncü sezonda tamamen yok etmiş oluyorlar.
Kafamızda ilk sezondan kalma birçok soru işareti varken dizi, Emmy ödüllerinde kendi rekorunu kırarak bir ilke imza atıyor. Bu rekoru kırmasında en etkili olan bölüm ise: Balıklar (Fishes). Bazı soruların cevaplarını Carmy, Sugar ve Micheal’ın annesi Donna ile tanışarak alıyoruz. Yıldızlar geçidi olan bu bölüm, yaklaşık 5 yıl önceki bir yılbaşı yemeğini anlatıyor. Duygusal temposu, kaosu bir an olsun eksik olmayan bu bölümde Carmy’nin evden uzaklaşmak konusunda verdiği kararın ne kadar doğru olduğunu anlamasını görüyoruz.
Carmy’nin mutfak geçmişinden izler gördüğümüz ikinci sezon, The Beef’in The Bear’a dönüşümünün tamamlamasıyla sona eriyor. Claire ile ilişkisini çıkmaza sokan Carmy için üçüncü sezonda da kaos eksik olmayacak.
The Bear geçtiğimiz Temmuz ayında üçüncü sezonuyla ekranlara dönerken, herkes Carmy ve Claire’e ne olduğunu merak ediyordu. Fakat senaristler bize, hepimizin ikinci sezonda unuttuğu bir şeyi yeniden hatırlatıyor: kendisine karşı savaşında Carmy hiçbir zaman ateşkes ilan etmiyor. Claire ile tanıştığı dönem sadece ara veriyor. Bitmek bilmeyen bu savaş yüzünden evrildiği kişi tarafından tokat yercesine bir döneme itiliyor ve kendini tamamen mutfağa adıyor. Bu sezon izleyicinin The Bear beklentisi karşılanmasa da da karakterlerin derinliklerine inme fırsatı buluyoruz. Sevaplarıyla, günahlarıyla üçüncü sezon da yine kafamızda soru işaretleri bırakarak bitiyor ve 4. sezon için yollarını gözlemeye başlıyoruz.
Benim için tüm dizinin en güzel bölümü ise üçüncü sezon, altıncı bölüm Peçeteler (Napkins). Aslında hepimiz, farkında olmasak da bir rutine bağlıyız. Bölümde, küçüklüğümüzden beri kendi rutininde ilerleyen hayatlarımız için düzenin ne kadar önemli olduğunu Ayo Edebiri’nin gözünden izliyoruz. İnsanlar katmanlardan oluşur ve tek bir kalıba ait olmak zorunda değildir. Tina karakterinin anne olmasının yanı sıra kendi ayakları üzerinde durabilen bir kadına dönüşme çabasını ve Micheal ile tanışmasını anlatıyor bu bölüm.
Every Second Counts
Bir dala tutunma amacıyla yapmadığımız her şey aslında ağacın ta kendisine dönüşüyor.
The Bear, mutfak sanatına adanmış bir aşk hikayesi. Tüm hayatını en büyük tutkusu olan mutfak sanatına adamak, her açısıyla yemekleri algılamak ve kendini her zaman bir adım öteye taşımak... Evet, Carmy’i bu şekilde anlatabiliriz. Peki bütün bunlar ne uğruna? Michelin yıldızı için mi? Kişisel tatmin mi? Bana göre, tutku ve yıkıcılık arasındaki karmaşık etkileşimi araştıran bu dizi, mutfak sanatını analoji olarak kullanıyor. Böylece hepimiz bu kaos ve karmaşanın içinde kendimizden bir şey bulabiliyoruz. Bazen çok sevdiğimiz işimiz gururumuzun, aşkımızın önüne geçiyor. Bazen de bizi derin bir bataklıktan kurtarıyor. Bir dala tutunma amacıyla yapmadığımız her şey aslında ağacın ta kendisine dönüşüyor.
Tutku ve hırsın yıkıcı doğasının dışında, karakterlerin kendi potansiyellerini fark ettikleri noktada tekrar hayat bulduklarını görüyoruz. Bu nedenle dizinin bir diğer teması ise dünyada bir yer bulma fikri. Her bir karakter, olduğu konuma nasıl geldiğini fark edemeden kendisini bir mücadele içinde bulu veriyor. Bu durumdan sıyrılmanın ve kendilerini gerçekten bulmanın tek yolunun daha büyük bir şeyin parçası olmak olduğunu, The Bear sayesinde keşfediyorlar. Anthony Bourdain mutfaktan “uyumsuzların son sığınağı” olarak bahsederken tam olarak bu diziyi özetliyor aslında. Yaptığımız her işte güzellik, anlam ve amaç olması durumu. Bu nedenle Let It Rip!