Üretmek Mutluluktur!

Herkesin üretmeye ihtiyacı vardır. Herkesin.

YAZAR:
uretmek.jpeg
Kolaj: Dilara Olgun

Yazar olduğum için, “Yazmasanız çıldırır mıydınız?” sorusunu sık sorarlar bana. “Yazmayan değil ama herhangi bir şey üretmeyen herkes çıldırır.” diye cevap veririm bu soruya. Bugün dünyanın çıldırmış halde olmasını da buna bağlarım. Doğuştan getirdiğimiz üretme ihtiyacının engellenmesine. Çoğu kişinin üretmeden yaşamasına.

Eylem var elbet. Herkes bir şeylerle meşgul. Ama her eylem “üretme” değil. Bunun ayrımını yapmamız gerekiyor.

“Üretme” ya da “yaratma” dediğimiz şeyde yaşadığımızı hissederiz. İliklerimizdeki yaşamayı bile duyacak kadar. Heidegger’in “var olma coşkusu” dediği şeydir bu. Heyecandır. Yaşama heyecanıdır.

“Üretme” ya da “yaratma” eylemine böyle bir mutluluk eşlik eder. Hayatınızı düşünün: Yaparken çok mutlu olduğunuz, muazzam keyif aldığınız şeyler olmuştur mutlaka. Potansiyellerinizi gerçekleştirdiğinizi hissetmişsinizdir bunları yaparken. İşte, bir insanı en çok mutlu eden şey budur: Potansiyellerini gerçekleştirmek. 

Potansiyellerimiz, gerçekleşmek isterler. Gerçekleşmek için hep bize seslenirler. Çığlık atarlar. Onları duymamız gerekir. Çünkü gerçekleşen potansiyelin bizi mutlu ettiği gibi, gerçekleşmeyen potansiyel de harap eder. 

“İnsan, olma arzusudur.” demişti Sartre. Her birimiz olma arzusuyuz. Olmak istiyoruz. Yani, olmak üzere bekleyen potansiyellerimizi gerçekleştirmeyi.  

Üzerimizdeki kehanetler...

Üzerimizde sayısız kehanetle dünyaya geliyoruz. Hele kız çocuğuysak, kız olduğumuzu öğrendikleri anda artıyor bu kehanetler. “Bu kız yemek yapmasını öğrenecek,” diyorlar; “Eşine, çocuklarına çorba pişirdikçe mutlu olacak.”. Biz daha dünyaya gelmeden, nasıl bir hayatımız olacağı, nelerden hoşlanacağımız, nelerden hoşlanmayacağız belli olmuş oluyor zihinlerinde.

Daha altı aylık kız bebek elini mutfakta akan suya uzatıyor ve “Ah! Kız çocuğu işte! Kız çocuğu olduğundan!” diye bağırıyor etrafındakiler. Aynı şeyi oğlan çocuk yaptığında bu “oynama arzusu” oluyor. Çocuğun zihninde mutfak ile banyo musluğu ile fark bile yok daha halbuki. Bahçedeki musluktan gelen de su, mutfaktakinden de. O, suyla ilgileniyor. Suyun akması heyecanlandırıyor, kız ya da oğlan bebeği. Bebek suya dokunmakla ilgilenirken biz ona görevler, olmayan mutluluklar yakıştırıyoruz. Ne acı! Bütün çocuklar hoşlanırlar suyla oynamaktan. Bütün çocuklar. Suyun mutfak musluğundan gelmesiyle ilgisi yoktur bunun.

Yemek yapmayı seviyorsanız ne güzel. Ama dünyada en çok sevdiğiniz şeyin bile üzerinize bir gömlek gibi giydirilmesinden hoşlanmazsınız. Etrafınızdakiler onu sizin göreviniz olarak görüyorsa, bahsettiğim zevk, mutluluk da olmayacaktır.

Beklentilere sınır çizmek zorundasınız

Bir kadın olarak bizden beklediklerinin dörtte birini yapsak, çok ciddi söylüyorum, hiçbir şey üretmeye vaktimiz olmaz. Hiçbir şey hem de. Bu beklentilere sınırı bir yerden çizmek zorundasınız. Mutlaka.

Sınırı nereden, hangi konudan ne kadar çekeceğinizi size ben söyleyemem. Bu, her insanın kendi tercihi, takdiridir. Ama şunu biliyorum: Bütün nevresimlerim ütülü olsun, her gün yeni pişmiş yemeğim olsun, bunları da ben yapayım diyorsanız herhangi bir şey üretmeye de vaktiniz olmayacaktır. Ya ütülü nevresimden vazgeçmek zorundasınız, ya da size öğretilmiş bir başka şeyden.

Kadınlarda depresyon oranı erkeklerden yaklaşık iki kat fazla. Neden? Kendi hayatlarını kendi kontrolleri altında hissedemiyorlar çünkü. Depresyonun altındaki en temel nedenlerden biri bu. Hayatınızın kontrolünü kendi elinize aldıkça mutluluğa da daha çok yaklaşacaksınız. Hayatınızın kontrolünü kendi elinize aldıkça, neyi kendi isteğinizle yaptığınız, neyi aslında kendi isteğiniz olmadığı halde yaptığınız da daha netleşecek çünkü. İşte gerçek üretme o zaman gelecek. Tabii peşinden mutluluk da.

Bir kadının üretebilmesi için, yalnızca zihnindeki iş listesine değil başkalarına sınır çizmesini de öğrenmesi gerekiyor. “Hayır” diyemeyen, kendi vaktine sahip çıkamayan bir kadın nasıl üretecek? Vaktimiz, hayatımızdır. Sahip olduğumuz tek şey vaktimiz. Vaktimizi başkaları için harcamamız, hayatımızı başkaları için harcamamız demek.

Başkaları için hiçbir şey yapmayalım demiyorum. Ama bir kadının, kendi hayatına, isteklerine öncelik vermesini öğrenmesi gerekiyor. Kız çocuğuna oğlan çocuğu gibi öğretilmeyen bir şey çünkü bu. Kız çocuğuna fedakarlık küçük yaştan beri öyle işleniyor ki kız çocuğu fedakarlık yaptığını bile bilmeden fedakarlık yapıyor.

Bizi "gereğince seven" kişiler

Önceliklerimize saygı duymayan hiç kimse dostumuz değil. Bu kişi eşimiz, dostumuz, anamız babamız bile olsa. Bizi seven kişi, kişisel tercihlerimize de saygı duyacaktır. Bize saygı duymayan biri bizi nasıl sevebilir? Bu, “yeterince sevme” olsa bile “gereğince sevme” değil. Bizi “gereğince seven” kişiler onlara sınır çektiğimizde bundan incinmezler. Bizi “gereğince seven” kişiler, kendimizi gerçekleştirmemizden bizim gibi mutlu olurlar çünkü. 

Kadınlar yüzlerce yıl boyunca ev içi köle olarak kullanıldı. Silinen fayanslar, yeniden silinen fayanslar; tozu alınan eşyalar, yeniden tozu alınan eşyalar; bitirilen tencereler, yeniden dolup bitirilen tencereler… Kadınların hayatı bu anlamsız tekrarlar arasındaki bir kısır döngüye sıkıştırıldı. Sonra da “Kadınlar psikolojik olarak sorunlu.” dendi.

Kendisine ait hiçbir alan yaratamayan kadın nasıl mutlu olabilir ki?

Kadına görevi olduğu öğretilmiş şeylerin hiçbiri “üretmek” değildi. 

Bizden bekledikleri hayatı yaşarsak eğer, bir gün gelip hiç kimse “Çok teşekkür ederim. Benim için bunları yaptın.” demeyecek. Yapmayı isteyip yapamadığımız şeyler olduğunun farkına bile varamayacaklar çünkü. Bunun gerçekleşmesi için, bizim farkına varmamız gerekiyor önce kendi isteklerimizin. Önce biz kendi isteğimizin ne olduğunu bilemezsek kimse de göremez, anlayamaz bunu.

Çocuğumuz için yapabileceğimiz en iyi şey de bu: Kendi hayatımıza sahip çıkmak. Düşünsenize, anneniz sizin için saçını süpürge edeceğine kendi hayatına sahip çıksa, kendi için üretse, siz de şimdi çok daha mutlu bir yetişkin olmaz mıydınız?

Üretmek, herkese mutluluk getirir. Herkese.